• ALTIN (TL/GR)
    5.504,87
    % 0,17
  • AMERIKAN DOLARI
    42,3548
    % 0,23
  • € EURO
    49,0554
    % 0,44
  • £ POUND
    55,6797
    % 0,23
  • ¥ YUAN
    6,0144
    % 2,25
  • РУБ RUBLE
    0,5240
    % 0,18
  • BITCOIN/TL
    3861638,271
    % -4,66
  • BIST 100
    10.724,18
    % 0,24

Kuzey Avrupa Gezisi: 22 Haziran-03 Temmuz

Kuzey Avrupa Gezisi: 22 Haziran-03 Temmuz

Yine Yollardayız

Yaklaşık 3 ay aradan sonra yine bir yurt dışı gezisi ve yeni bir yazı ile karşınızdayım.

Geçen yaz Rusya’ya gitmiş ve çok memnun kalmıştık. Başta iklim koşulları olmak üzere her şeyiyle çok güzel 10 gün geçirmiştik. Bu yaz yine kuzeyde bir yere gitmek içi planlara birkaç ay önce başladım. Önce rota Stockholm-Oslo gibiydi. Oradan güneye doğru inmeyi planladım. Ancak hem izlediğim videolar hem de okuduğum yazılar bu iki şehre başka zaman da gidebileceğimi, o kadar da cazip olmadıklarını gösterdi.

Planı güncelledim: İlk durak uygun bilet rotalarından Kopenhag olacaktı. Buradan Hamburg’a inecek, oradan Amsterdam’a geçecek, oradan Rotterdam’a geçecek ve uygun bilet bulabileceğim Almanya’daki bir şehirle bitirecektik. Ancak günler yaklaştıkça ve yeni bilgiler öğrendikçe planda güncellemeler yaptık.

Rota Hesaplanıyor…

İlk olarak Hamburg-Amsterdam arası uzaktı, ulaşım ücretleri pahalı, dahası bir güne yakın süre yolda geçecekti. Ben de araya bir şehir eklemeye karar verdim: Bremen. Buradan Amsterdam’a ulaşım alternatifleri daha çoktu. Amsterdam’dan Almanya’ya geçelim derken Amsterdam’da iki yıldır yaşayan bir meslek büyüğüm Belçika’ya gitmemi, özellikle Anvers-Brüj-Gent üçlüsünü görmemi tavsiye etti. Fiyat-gezi süresi-şehrin albenisi gibi faktörleri göze alıp Rotterdam’ı çıkardık, üçlüyü plana ekledik, buradan da Düsseldorf’a geçip geziyi bitirmeyi planladık. Ancak haritada işaretli bir yıldızım vardı ve ona gidememiş olacaktık, üstelik yol üzerindeydi: Roermond. Designer outlet’lerden birinin bulunduğu bu küçük kasaba, must-see yerlerden biriydi, zira Avrupa’daki en ucuz outlet’lerden biri olduğu söyleniyordu. Plana dâhil ettik ancak küçük bir yer olduğundan trenle en yakın şehirden 4 aktarma gerekiyordu 2 saat yola. Bu şekilde kısa mesafelere Flixbus’ları kullanarak çözüm ürettik.

Flixbus, Avrupa genelinde hizmet veren şehirler arası otobüs uygulaması. Uygulamayı indirmek, koltuğu seçmek ve ödeme yapmak yeterli. Fiyatlar trenin yarısı ve genel anlamda temiz, havalandırması iyi ve internet bağlantılı otobüsler. Trenle çoğu zaman aynı sürede kat ediyor yolu. Biz de bu yüzden yoğun olarak kullandık bu seyahatte. Resmî sitesi üzerinden alırsanız Euro olarak ödeme yapıyorsunuz, hafta sonları ve mesai sonrası kur farkı olabiliyor, Kamil Koç firması da Türkiye temsilcisi, bu site üzerinden TL olarak ödeme yapabilirsiniz. Euro bu süreçte her gün 10-15 kuruş artış gösterdi, en azından ulaşım anlamında etkilenmedik. Tren biletleri için ise yine Omio’yu kullandım.

Sonuç olarak rota: Kopenhag-Hamburg-Bremen-Amsterdam-Anvers-Brüj-Gent-Roermond-Düsseldorf olacaktı.

Konaklama

Kuzey Avrupa’da insanı korkutan ilk husus pahalılık; otel konaklaması ve yeme içme Avrupa’ya kıyasla %50 daha pahalı. Rezervasyonlarda da bunu gördük. Google Maps üzerinde her zamanki gibi çeşitli bloglar ve videolardan öğrendiğim önemli turistik yerleri, tren istasyonlarını ve bu sefer Flixbus duraklarını da işaretledim. Flixbus durakları genel anlamda merkez tren istasyonlarının ya hemen yanında ya da 5 dk. yürüme mesafesinde. Büyük bir sorun yaşamadık. Çok sayıda şehre gideceğimiz ve çok hareket edeceğimizden 1- Daha az hareket etmemizi sağlayacak hamleler yapmalı, 2- İstasyonlara yakın oteller seçmeliydim. Zira bazı şehirlerde bir gece kalıp ertesi gün ayrılmalıydık. Maliyetler de hesaba katılması gereken bir başka unsurdu. Yöneylem araştırmalarım sonucunda bazı oteller belirledim. Daha önceki yazıları okuyanlar bilir: Genelde 3 yıldızlı, iyi bir kahvaltı veren ve zincir otellerde kalmaya gayret ederim. Birkaç zaruri istisna dışında bu kurala sadık kaldım. Gecelik 100-130 euro aralığında ödeme yaptım.

1. Gün

Uçak bileti alacaksanız temmuz ayından itibaren fiyatlar 2’ye, ağustos ayına doğru 3’e katlıyor. Bu yüzden ya eylülde ya da haziranda plan yapmanızı tavsiye ederim. Rota fark etmiyor; temmuzun birinden itibaren tüm grafikler uçuyor. Kopenhag biletleri uygun fiyatlı. Kişi başı 3000 TL’ye biletleri aldık. Kuzeye ya sabah çok erken ya da akşam 9’dan sonra bilet var. Direkt-aktarmalı fark etmiyor. Biz de mantıken sabah bileti aldık ve 4.30 gibi havaalanına gittik. Antalya havalimanı o saatte bile mahşer yeri gibiydi.

Uçak oldukça tenhaydı, Danimarka’nın vize başvurularını en çok reddeden ülke olması sanırım en önemli sebeplerden. 4 saat süren yolculuktan sonra Kopenhag’a vardık ve saatleri bir saat geri aldık. Havaalanı oldukça küçük, güler yüzlü bir memurun pasaport kontrolünden sonra ülkeye girdik, hemen havaalanının altında bulunan metro hattından bir aktarma ile merkez istasyona (hbf) ulaştık. Bu noktada iki hat var, ikisi de şehre gidiyor ama rotalar farklı. Ayrıca biner binmez de bilet kontrolüne denk geldik. Yolculuk 20 dk. kadar sürdü.

Otobüs ve tren istasyonuna en yakın otellerden biri olan Wakeup Otel’i seçmiştik. Daha önce kalmadığım ama bu bölgede ünlü bir zincir. Fiyatlar ucuz değil, odalar küçük ve banyoları kapsül gibi ancak Welcome to Denmark. Hava 22 Haziran sabahı 23 derece ve rüzgârlıydı. 40 derecelik Antalya sıcağından sonra iyi gelmişti. Danimarka, 6 milyonluk, ülkemizin 20’de biri büyüklüğünde bir ülke. Ama milli gelirleri bizim neredeyse yarımız, yani nüfusumuz 14 kat büyük ama bizim yarımız kadar mal ve hizmet üretiyorlar, dünyanın refah seviyesi en yüksek ülkelerinden. Hâlen temsili bir kral ve kraliyet üyelerine sahipler.

Kopenhag, neredeyse bin yıllık bir şehir, merkezinde 1, çevre yerleşimlerle 2 milyon nüfusu var. Kendilerini Viking torunu görüyorlar, tarih boyunca İngilizlerle, Ruslarla, 2. Dünya Savaşı zamanı Almanlarla savaşmış bir millet. Boy ortalaması bir hayli yüksek, inanılmaz bir bisiklet kültürü var; zira bisiklet yolu var. Bizde bu kadar yol olsa kim arabaya biner, bilmiyorum. Boy boy ve çeşit çeşit bisikletler gördük gezi boyu. Bir Danimarkalı günde ortalama 3 km. pedal çeviriyor.

Otele girince bir sorun yaşadık: Check-in saatleri biliyorsunuz kıta genelinde öğleden sonra 3’e alındı birkaç yıldır. Daha önce gitseniz de valizi bir yerde muhafaza altına alıyorlar. Ancak burada oteller bunu fırsata çevirmiş. Ücretli kasa koymuşlar otele, ücret tarifesini bırakıyorum, TL için 6 ile çarpın.

250 DKK vererek de oda yükseltmesi yapabiliyorsunuz, ne hikmetse o odayı hemen verebiliyoruz dediler. Kuzeyde genelde bu durum yaygın; biz yadırgıyoruz ama ticarethane mantığı ile her şeyden para kazanmaya alışmışlar. Rezervasyon yaparken bu duruma dikkat edin. (Haritalarda yeşiller yemek, valizler otel, turkuazlar Flixbus durakları)

Valizleri kasaya bırakıp yürüyüşe başladık, tren istasyonu ve ünlü Tivoli bahçeleri yan yana; Tivoli’nin girişinde çocuklu ailelerden oluşan uzun bir kuyruk vardı. Tek tek gittiğim yerleri yazmayayım ama Ulusal Müze, Belediye meydanı, Andersen heykeli ilk duraklarımızdan. Pazar günü olmasına rağmen etraf oldukça hareketli, dükkânlar çıktı. Şehirde bisiklet yarışı yapılıyormuş ve meydan da yarış izleyecek kalabalıkla doluydu. Serin ve güneşli bir Ankara havasında Christianborg Sarayı, Borsen ve Rahip Absalon heykellerini geçtik. Şehir oldukça planlı ve 250-300 yıllık yapılar var. Oradan Christianshavn tarafına geçtik köprü ile, oradan kuzeye devam ettik ve Inderhavnsbroen köprüsünün doğusunda kurulmuş yiyecek standlarında bir mola verdik. Oldukça kalabalık ve enerjisi yüksek bir açık hava etkinliği vardı. İnsanlar bir yandan denize girerken bir yandan biraları ve deniz ürünleri ile keyif yapıyorlar. Biz de atıştırmalık bir şeyler alıp zaman geçirdik.

Karşıya, Kopenhag denince akla ilk gelen yerlerden Nyhavn’a geçtik ve inanılmaz resimler çektik. Burası hem bir iç liman hem de ünlü ve pahalı restoranların bulunduğu bir bölge. Kalabalık. Buradan kuzeye yönelip Amalienborg ile Rosenborg saraylarını ve Rosenborg’un önündeki bahçeleri gezdik. Burada oturmak ve dinlenmek serin havada gerçekten çok güzeldi. Buradan Meryem Ana Kilisesine ve Rådhuspladsen’e geçtik. Saat 5’e doğru otelimize geçip biraz istirahat ettik zira sabah erken saatten beri yoldaydık.

Akşam 7 gibi yemek için çıktık ancak hava serinlemişti ve denize sıfır bir restorandaki yemek planımı sert rüzgâr sebebiyle iptal ettik. Hamur işleri övüldüğü için iyi bir pizzacı aradık ama pazar akşam restoranların ya çok erken kapandığını ya da dolu olduklarını gördük. Bu arada yerliler tarafından o kadar gitmeye gerek yok dendiği için Küçük Deniz Kızı heykeline gitmeye gerek görmedik.

Nyhavn tarafında bir restorana oturup güzel bir yemek yedik, yerel biralardan içtik ve ısındık. Sıradan bir yemeğe 70 euro verdik. Akşam hava kapatmaya başladı. Merkez istasyonun etrafından dolaşıp Flixbus durağının da keşfini yapıp otelimize döndük. 35 bin adım atmıştık.

2.Gün

Ertesi gün otelden çıkıp 500 metre ötedeki Kopenhag otobüs terminaline vardık. Trenle Hamburg’a gitmek isterseniz tren rotası oldukça dolaşıyor ve 6 saat sürüyor. Otobüs ise feribot kullanıyor ve 5 buçuk saat sürüyor. Ücret 22 euro. İlk otobüs deneyimi olacağından bir saat önce terminale geldik. Kalabalık denebilecek kadar çok insan vardı, gelen otobüsleri gördükçe Avrupa’nın dört bir yanına seferler olduğunu gördük.

İki katlı otobüsümüz perona yanaştı. Biz üst kattan en ön koltukları almıştık, biletlerimizi gösterdik, valizlerimizi yerleştirdik ve yerlerimizi aldık. Otobüs yeni, her yerinde priz var, tuvaleti mevcut ve 250 mb limitli internet sunuyor. Hafif yağışlı bir havada Rødbyhavn’a vardık, otobüsle feribot sırası bekledik ve Kuzey Denizi’nin vahşi sularında dalgalarla boğuştuk.

Şaka bir yana feribot bile olsa deniz oldukça dalgalıydı. Kahvaltılıklarımızı yememize rağmen çok keyifli bir yolculuktu diyemem ama maceralı olduğu kesin. Bu arada feribotun iki tarafı açık ve isteyen hava almaya çıkabiliyor, aman uçmayın. İçinde ayrıca kafeler, ufak bir restoran ve küçük bir market var. Alkol, çikolata, hediyelik vb. ihtiyaçlar için.

Bu arada Stockholm-Oslo planından vazgeçmemin bir sebebi de feribottu, zira Oslo’dan Kopenhag’a tren bulamadık, otobüs de göremedim, illa gece yatmalı feribot seferleri dikkatimi çekti. Gecelikleri de 200-250 euro idi. Birkaç günümü bu şekilde heba etmek cazip gelmedi.

Keyifli bir yolculuktan sonra önce Lübeck’e, akşam 6 gibi de Hamburg otobüs terminaline vardık. Tren istasyonu ile bitişik olduğunu gördüm. Hava hafif atıştırıyordu. Yürüyerek on dakikada otelimize girdik. Otel daha önce çokça gördüğümüz Hampton by Hilton oteliydi. Odaya yerleşip akşam 8 gibi kendimizi sokaklara attık.

Hamburg, Almanya’nın en turistik şehri, şehirdeki kanal sayısı Amsterdam ve Brüj’deki toplam kanal sayısından bile fazla. Şehir merkezinde 2, çevre yerleşimlerle 5 milyon nüfusu ile 1200 yıllık kadim bir ticaret şehri. Su kenarı ve liman şehri olduğundan her daim yatırım ve turist çekmiş.

Yürüyüşe başlar başlamaz turuncu renkli tuğlalar kullanılarak yapılan yapılar dikkatimi çekti. Neredeyse her sokakta kanallar ve köprüler var. Çok farklı bir havası olduğu kesin. Otelden biraz ilerde ünlü Der Spiegel’in binasını gördük. Şili Evi, St. Jacobs katedrali, rathaus derken görmemiz gereken yerleri bir bir geride bıraktık. Her şehre gitmeden önce İtalyan restoranı L’osteria var mı diye bakarım, alışveriş caddesi Stadthausbrücke üzerinde kanal manzaralı bir şubeleri olduğunu görünce işaretlemiştim. Doğru oraya yöneldik. Çok güzel iki pizza yedik ve Alman biralarımızı içtik. Stadthöfe pasajının içinde Michelin yıldızlı başka şık restoranlar da gördüm. Yemek için mutlaka bu pasaja bakın derim.

Yemekten sonra saat 10’a geliyordu ama güneş yeni batmaya başlıyor, gece yarısı 1-2 saat karanlık oluyor, 5 gibi yine güneş doğuyor. Bu durum bizler için tatil boyu büyük bir avantajdı. Buradan Jungfernstieg boyunca yürüyüp Alster Gölü etrafında bir tur attık. Kunsthalle’i ziyaret edip otelimize geri döndük.

3.Gün

Serin ve parçalı bulutlu bir sabaha uyandık. Güzel bir kahvaltı yapıp yollara düştük. Bugün ilk etapta limana ve balık pazarına inecek, oradan kuzeye bahçelere ilerleyecek, önceki gün göremediğimiz birkaç yeri ziyaret edecektik. Kızıl binalardan oluşan Speicherstadt’ı takip ettik ve Hamburg’un en görkemli yapılarına vardık. Sırasıyla Minyatür Müzesi, ki önünde yarım saatlik bir sıra vardı, ve Elbphilharmonie’ye geldik.

Elbphilharmonie dış görünümü ile çok etkileyici. Üstelik ücretsiz bilet alıp üst katlara da çıkabiliyorsunuz. Evet, ücretsiz de olsa bilet almak lazım zira ziyaretçi sayıyorlar. Biz de binaya yaklaşırken çok güzel fotoğraflar çekip biletimizle terasına çıktık. Hamburg ayaklarınızın altında ve hava oldukça rüzgârlı. İçeride bazı sanat eserleri, sanal piyanolar, hediyelik eşya mağazası ve bir kafe bulunuyor. Terasa çıkarken kullandığınız yürüyen merdivenler de oldukça etkileyici. Bir konsere gidebilir miyiz diye ön araştırma yapmıştım ama şehri ziyaret edeceğimiz tarihlerde konser yoktu maalesef. Yıllardır her gittiği şehirde konsere gitmiş biri olarak bu binanın etkileyici ve farklı mimariye sahip konser salonunu göremediğim için üzüldüm. Bu arada bilet fiyatları 40-150 euro. Avrupa ortalamasının üzerinde.

Burada bir saat kadar zaman geçirip balık pazarına yol aldık. Balık pazarları her liman kentinin tarihini yansıtan, kimliğini ortaya koyan yerler. Her türden insanın olduğu bölgeler, biraz tekinsiz ama renkli yerler. Balık ekmek satan işletmeler, Hard Rock kafesi, hediyelik eşyacılarıyla oldukça keyifli bir bölge. Burası bir bakıma İstanbul’daki Eminönü gibi bir yer. Biraz zaman geçirdikten sonra kuzeydoğuya yöneldik ve Große Wallanlagen parkına geçtik. Göl kenarındaki banklarda oturduk ve çok keyifli zaman geçirdik. Burası bir eyalet parkı ve kış aylarında buz pateni pisti açık oluyor, şimdi de patencilerin uğrak yeri olmuş.

Bu bölgeye gelmemizin en büyük sebeplerinden biri buranın hemen kuzeyindeki ve İkinci Dünya Savaşı zamanında Hamburg’un hava savunma merkezi olarak kullanılmış Feldstraße Bunker’ı ziyaret etmekti.

Burası 1942-43 yıllarında tam 26 bin kişinin sığınağı olmuş, içinde devasa dört uçaksavar sistemi bulunan, o dönemin şartlarına göre en ileri seviyede radar sistemleri ile donatılmış bir bina. Düşünün, Nazi Almanyası tüm müttefik hava kuvvetlerine meydan okuyor ve “Biz Hamburg’u bu şekilde savunacağız.” diyerek hedef teşkil etmekten çekinmiyorlar. Bunker’ın en üst katına çıkmak için yaklaşık 15 dakika dik merdivenlerden çıkıyorsunuz, yorucu olabilir, giriş ücretsiz ama bir güvenlik kontrolü var. En üst kat yeşillik bir gözetleme yeri.

Ayrıca mevzinin üst katlarına doğru çok şık dizayn edilmiş ve Hamburg’u ayaklarınızın altında görebileceğiniz kafeler de mevcut. Biz de bu kafelerden birine girerek bir şeyler atıştırdık ve dinlendik. Bu arada hava hafif çiselemeye başlamıştı.

Kafelerle aynı katta bulunan bazı mevzileri de görebiliyorsunuz, bu mevzilerin etrafına bilgilendirme afişleri asmışlar ve burada nasıl mücadele ettiklerini ve buraları savaştan sonra nasıl yaşama alanına çevirdiklerini anlatmışlar. Çok ilginç bir deneyim oldu bizim için. Burada zaman geçirdikten sonra doğuya doğru yola devam ettik ve hemen biraz ilerideki bölge mahkemelerine ve eyalet mahkemelerinin tarihî binalarını gezdik. Devam edip belediye meydanına yürüdük, zemin kat ziyaretçilere açık olduğundan bu katı ve avluyu gezdik.

Avluda veba anıtı var ve adı Hygenia. Dilimize hijyen olarak geçen kelimenin kökeni bu mitolojik figür. Burayı ziyaret ettikten sonra belediye sarayının hemen arkasında göze batan kiliseleri de ziyaret ettik ve buradaki bazı mağazalara girdik. Primark, JD gibi perakende satış yapan bu mağazalarda fiyatların ülkemize göre düşük olduğunu tekrar görmüş olduk. Karnımız akşama doğru acıkmaya başladı. Hamburg’a gelmişken hamburger yemek icap ettiğinden Vertiel Pasaj’da gözümüze ilişen Peter Pane’e girdik. Burası son yılların popüler hamburger zinciri, yemekte bizim için dikkat çekici husus ise inanılmaz lezzetli tatlı patatesler oldu. Bundan sonra normal patates yiyemeyeceğiz. Yemekten sonra Hamburg’da kısa bir tur daha atıp otelimize döndük.

4.Gün

Kahvaltımızı yapıp odadan çıktık ve 10 dakika mesafedeki Hamburg merkez istasyonuna vardık. İstasyonun çevresinde esrar kullanan, alkol alan çok sayıda evsiz gördük. Trenimize bindik ve yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra Bremen merkez istasyonuna indik.

Merkez istasyonundan hemen kuzeybatıya dönüp ilerlediğinizde 500 metre ileride Flixbus durağı, 300 metre daha ileride ise bizim rezervasyon yaptırdığımız a&o oteli vardı. Yazının başında bahsettiğim gibi zincir otellerden rezervasyon yaptırmaya gayret ediyorum ancak kalacağımız gün bilindik otellerin hiçbirinde yer yoktu, biz de şans vermek adına bu otelden rezervasyon yaptık. Check-in’den önce internet üzerinden bilgilerinizi girmeniz gerekiyor, bu otellerin en büyük problemi otelde çok sayıda gencin kalması ve haliyle gürültülü bir yer olması. Check-in saatinden önce gitmemize rağmen bize hızlıca bir oda verdiler ancak asansörden inip çıkarken ve otelde geçirdiğimiz kısa sürede çok sayıda gencin koridorlarda koşturduğunu, gürültülü şekilde şakalaştıklarını ve bazı öğrenci gruplarının öğretmenleri ile bu otelde kaldığını gözlemledik. Koridorlar kesinlikle gürültülü olsa da odanıza çekildikten ve pencereleri kapattıktan sonra yalıtım iyi olduğu için rahatsız olmadık.

Valizlerimizi bırakıp hemen kendimizi dışarı attık. Bremen genel itibariyle küçük bir şehir. Hamburg- Amsterdam arası yol uzun, hem mola olur hem de şehri görürüz diye görmeye karar vermiştik. Otelimizden çıkıp Daniel von Büren sokağını takip ettik ve güneye doğru inmeye başladık. Karşımıza Wall Parkanlagen parkı çıktı. Park şehrin göbeğinde oldukça sessiz ve huzurlu bir yer.

Burada güzel fotoğraflar çektikten sonra Doventor sokağını takip ederek şehir merkezine ilerledik. Bremen’in en büyük özelliği küçük bir meydanı ve görülecek çok etkileyici yapıların bu meydanın etrafına serpilmiş durumda olması.

Öncelikle Gewerbehaus binasından başladık buradan yaklaşık 500 metre yürüyerek şehir merkezine ulaştık. Burada öncelikle belediye sarayı, Bremen mızıkacıları heykeli, Meryem Ana kilisesi ve Mareşal von Moltke heykellerini ziyaret ettik. Buranın hemen güneyinde daha önceden ticaret loncalarının kullandığı binalar bulunuyor. Binaların arasından dar bir sokaktan inip ilerlerseniz daha önce çarşı olarak kullanılmış Bütcher Sokağı’na ulaşıyorsunuz. Buradaki paralel iki sokak tarihî çarşı bölgesi ve şu an yine restoranlar, sanat müzeleri ve şekerlemeciler bulunuyor. Oldukça kalabalık turist grupları geziyor her yerde, binalar etkileyici ve Orta Çağ’dan kalma bir his veriyor. Aşağı doğru devam edip Haus Atlantis’e geldik ve Martin sokağını takip ederek karşı yarımadaya geçmeye çalıştık. Burgermeister Smith köprüsünü takip ederek karşıya geçtik ve Centrumbrunen parkına kadar gittik fakat ifade etmeliyim ki Bremen’in eski şehir bölgesini terk etmeye gerek yok.

Seyahatimizin bu bölümünün bize turistik anlamda bir şey kattığını söyleyemem. Ama buraya kadar gelmişken biraz uzaktaki eski su kulesini de ziyaret ettik. Nehir kenarından yaptığımız bu yürüyüş çok keyifli olsa da artan sıcaklık sebebiyle zorlandığımızı söylemeliyim. Wilhem köprüsünü takip ederek tekrar şehre geri döndük ve burada Marterburg bölgesini ziyaret ettik. Burası yine lonca evleri gibi dar ve rengârenk sokaklara ev sahipliği yapan bir bölge. Sokakları gezip çok güzel fotoğraflar çektik. Küçük ama labirent gibi, o yüzden harita ya da telefon kullanarak gezmenizi tavsiye ediyorum. Kolping, Komtur ve Süster sokakları gezmenizi tavsiye edebileceğim yerler.

Buradan Bremen katedralinin arka tarafında bulunan büyük meydana geldik ve Made in Bremen alışveriş merkezi ile Bremen food markt’a girdik. Bremen yapımı gıda ürünleri yerli üreticileri desteklemek adına burada satılıyor. Yöresel viski örneklerini aşağıya bırakıyorum. Food markt da pek çok yiyecek seçeneği bulunan bir yer ve Meze&Liebe isimli işletmeden güzel mezeler alıp Alman biraları eşliğinde karnımızı doyurduk. Dışarı çıkınca Neptün çeşmesi etrafında bir konser olduğunu gördük. Dikkatimizi en çok 7’den 70’e her yaş grubundan insanların konsere katılması ve aynı müziği dinlemeleri çekti.

Bu insanlar 15-20 yaşından beri rock müzik dinliyorlar, dolayısıyla 70 yaşına geldiğinde de bunu yadırgamıyorlar fakat bizde nesiller arası büyük kopukluklar var. Müzik tercihleri de bu kopukluklardan bir tanesi. Bu yaş grubunda insanlarımızın bir rock konserinde eğlendiklerini hatta herhangi bir etkinlikte eğlendiklerini bile düşünmek zor. Tabii bunda 1970’lerde tüm dünya çok farklı şeyler deneyimlerken siyasi görüş farklılıkları nedeniyle cepheleşmiş ya da ekmek parası derdinde düşmüş bir nesil olmalarının etkisi büyük. Konser alanında zaman geçirip akşam saat 10 gibi Bremen tren istasyonuna yürüyüp ertesi gün bineceğimiz Flixbus durağının keşfini yaptık. Saat 11.00 gibi otelimize geri döndük. Bremen küçük bir yer olmasına rağmen meydanındaki çok sayıda etkileyici bina, pasaj, heykel ve tarihî eserle bizi etkiledi, kesinlikle beklentimizin üzerinde bir şehirdi.

5.Gün

Otelimizden çıkarak Flixbus durağına gittik, otobüs yarım saat gecikmeli geldi, maalesef yoğun trafik ya da kontroller sebebiyle tren yolculuklarında görmediğimiz bu şekilde gecikmeler yaşayabiliyoruz. Ancak tren güneyden ve uzun yoldan gittiğinden seyahat süresi aynı, maliyet sebebiyle otobüs mantıklı.

Amsterdam’a otobüsle gidecekler için önemli bir uyarım var: Flixbus iki durağa gidiyor; birincisi şehrin kuzeyinde bulunan Sloterdijk, ikincisi ise güneydeki Biljmer. Dolayısıyla şehir merkezine, merkez istasyonuna çok yakın bir yere giden otobüs yok. Biz de en iyi seçenek olarak Sloterdijk durağına gitmeye karar verdik. Yaklaşık 5 saatlik bir yolculuktan sonra akşamüzeri 5 gibi Amsterdam’a vardık.

Metro sistemi ile ilgili de yine ilginç bir nokta var: Normalde makineden bir bilet alır, metro sistemine gişelerden girer ve hangi hatta gidecekseniz o hattın durağına yol alırsınız. Fakat Amsterdam’da durum böyle değil; hangi hatta kullanacaksanız onun bilet makinesine gidip o hat için bilet alıp o hattın gişesinden geçmeniz gerekiyor. Bunu bilmediğimizden biraz zorlandık. Örneğin Sloterdijk durağından otelimize gitmek için ilk gördüğümüz makineden bilet aldık ancak gişeden bir türlü geçemedik. Baktığımızda bilet makinesinin kırmızı, gişenin sarı renkli olduğunu fark ettik. Hangi hattı kullanacaksanız onun biletini almak gerektiğini anladık. Daha çok durakta duran bir hattı kullanmak zorunda kaldık. Fiyatlar farklı değil.

Bir başka ilginç nokta da temassız kredi kartınız varsa herhangi bir makineden bilet almanıza gerek yok, kredi kartınızı gişede okutmanız durumunda hemen kabul ediyor, çıktığınız durakta tekrar okutuyorsunuz, ne kadar yol gitmişseniz onun kesintisini yapıyor. Bizim gibi iki kişiyseniz ve aynı kredi kartını kullanacaksanız bu noktada sorun çıkıyor. Üst üste basılan kredi kartını iki kişi gibi görmüyor, gir-çık yapılmış gibi algılayıp bilet almıyor, yapılacak bir kontrolde ceza yeme olasılığınız var. Bu yüzden herkesin kendi kredi kartı olmasına ve doğru hattan bilet almaya dikkat edin.

Yolculuğumuza devam edelim. Sloterdijk durağından 5 dakikada merkez istasyonuna, oradan 15 dakikada Biljmer bölgesine vardık, merkezden aktarma yaparken yeni bilet almadık ancak “Biljmer hattı nereden geçiyor?” diye sorduğumuz iki farklı görevli de yanlış yerleri tarif etti. Biz tecrübemize güvenip kendi bildiğimizi yaptık neyse ki. Otelimiz metro durağına 50 metre mesafedeydi. Büyük ve güzel bir otel olduğunu gördük, odamıza yerleştik, biraz dinlenip çıktık.

Amsterdam otelleri ile ilgili bir parantez açmam gerekiyor: Amsterdam çok büyük ve eski bir şehir, turistik olduğu için otel fiyatları Avrupa’daki herhangi bir şehirden %50 daha pahalı. Dahası otellerin birçoğu eski evlerden bozma olduğundan hem çok eski hem asansörsüz hem de dik ve dar merdivenler var, dolayısıyla valizlerle çıkmak bir hayli zor, dahası her odanın kendine ait tuvalet ve banyosu yok, rezervasyon yaparken göreceksiniz; ortak banyo ve tuvalet teklifleri var ve görece uygun fiyatlı fakat biz bu konuda hassas olduğumuz için bu teklifleri değerlendirmedik. Şehrin biraz dışına çıkarak Hampton by Hilton zincir otellerinden rezervasyon yaptık.

Merkez istasyonuna döndük ve yürüyüşümüze başladık. Amsterdam’ın çok farklı bir havası var ve bu adım attığınız ilk andan itibaren yüzünüze vuruyor. Amsterdam’la ilgili bir başka nokta da şu: Viyana ya da Prag gibi değil. Eski bir şehir olmasına rağmen görkemli katedraller ve saraylar bulunmuyor, zaten sonradan doldurma bir şehir olduğu için birkaç kilise dışında önemli dini bir yapı göremiyorsunuz, fakat neredeyse her sokakta rengarenk kapıların, panjurların bulunduğu mimari eserleri görmek mümkün. Bu yüzden bunları bilerek gelmeniz faydanıza. Amsterdam’da sokaklarında gezmek ve zaman geçirmek bu şehri deneyimlemek için iyi bir yöntem. Bu arada şehrin kuzeyinde bulunan yel değirmenleri ile ünlü Zaanse Schans’a kısıtlı zaman dolayısıyla gitmedik ancak buradaki işletmelerin bir kısmını şehir merkezine kaydırdıklarını ve aynı ürünleri pazarladıklarında gördüm. Buradaki en meşhur markalardan Henri Willig mağazasına girdik. Buranın benim açımdan en güzel yanı trüf mantarlı ve peynirli cips oldu. Kutusu 3,65 euro ve harika bir atıştırmalık.

Merkez istasyonundan iner inmez hemen sol tarafımızda Çikolata Evleri görebilirsiniz, buradan yukarı doğru devam ettiğinizde Damrak Caddesi’nden Dam Meydanı’na geldik. Belediye sarayı, kraliyet sarayı ve ulusal anıt ilk göze çarpan yapılar. Buradan güneye devam ederek Begijnhof bölgesini, Eski Luther Kilisesini ve Aziz Fransis Kilisesini ziyaret ettik. Rokin ve şehre adını veren Amstel Nehri’nin birleştiği Munttoren bölgesini geçip Çiçek Pasajı’nı ziyaret ettik. Burada çeşit çeşit lale soğanı ile çok sayıda hediyelik eşya mağazası olduğunu da belirtmeliyim.

Buradan devam ederek bir Japon restoranında hızlıca karnımızı doyurduk ve 2 yıldır Amsterdam’da yaşayan bir meslek büyüğümle buluşma şansım oldu. Öğrendiklerimi paylaşayım.

Kendisi Amsterdam’ın oldukça pahalı bir şehir olduğunu, aylık kirasının 2300 euro olduğunu, evden çıkması durumunda kiranın 3 bin euro olacağını, diğer Avrupa şehirlerinde bunun yarı fiyatında evler bulabileceğini söyledi. Devletin yardım amaçlı verdiği bazı evleri başka milletten gelen insanlara ya da mültecilere kiralayan Bulgar ya da Türkler olduğunu, bunun Amsterdam’da sektöre dönüştüğünü, şehirde ihtiyaç duydukları her şeyin olduğunu, sadece kahvaltılık malzeme bulmak için şehir dışına bir markete gittiklerini, kanalların yoğun olması sebebiyle araç park yerinin problem olduğunu, genelde bisikletle ya da yaya olarak gezdiklerini ifade etti. Kendileri 9 Kanal bölgesinde yaşıyordu. Birlikte zaman geçirdiğimiz pub’dan bizi evine davet etme nezaketini gösterdi; dar ve yüksek merdivenli bir apartmanın üçüncü katına çıkıp Amstel Nehri manzarasıyla kahvelerimizi içtik. Evler oldukça küçük, sıkışık ama hoş. Evlerin bir kısmının sağa, sola ya da öne eğik olduğunu gördüm. Bu bilinçli bir tercih, hem ev taşınırken hem de mimari kaygılarla yapmışlar. Ev taşırken hamallar ekstra ücret talep ediyormuş; ne de olsa merdivenden taşımak imkânsız.

Gece 12’den sonra metro sistemi yavaşlıyor ve gece otobüsleri devreye giriyormuş, gece otobüsü ile uğraşmamak için son trenle otelimize döndük ve istirahate çekildik.

6.Gün

Ertesi gün güzel bir kahvaltıdan sonra 11 gibi merkez istasyondaydık. Bir gün önce yakın kısımları gezdiğimiz için bugün daha geniş bir daire çizmeye karar verdik. İstasyondan çıkıp kuzeybatı istikametinde Brouwersgracht kanalına doğru yol aldık, buradan Lale Müzesi’ne doğru yürümeye başladık. Hava çok güzeldi, mimari olarak çok beğendiğimiz evlerin etrafında çok güzel fotoğraflar yakaladık. Anne Frank Müzesi’ne girmeye çalıştık fakat sabah erken saatte gitmemize rağmen biletlerin tükendiği yazıyordu. Westerkerk ve Jordaan kanallar bölgesine gezdik. 9 Kanal bölgesindeki sanırım tüm sokakları gezdikten sonra mola vermeye karar verdik. Bir gün önce bir arkadaşımla buluştuğumuzu söylemiştim. Kendisine laf arasında buraya gelmişken ne yiyelim diye sordum. Patates kızartması ve deniz ürünlerinin, özellikle midyenin abartıldığını ancak Van Stepele isimli pastaneye mutlaka gitmemizi söylemişti. Bu yüzden Dam Meydanı’na çok yakın mağazasında kurabiye yemek üzere dükkâna gittik. Yaklaşık 10 dakika sıra bekledik, içeride masa yok. 6 kurabiyeyi 15 euro’ya aldıktan sonra sokağın karşısında bir kafeye oturup kurabiyelerimizi afiyetle yedik. Dokusunun, içeriğinin gerçekten çok iyi olduğunu söylemeliyim.

Buradan Çin Mahallesi’ne yol aldık. Çok sayıda Uzak Doğu restoranı dışında önemli bir yapı olmamakla birlikte ünlü bir keşiş adına yapılmış bir tapınak var, burayı ziyaret ettik. İçerideki hediyelik eşyalar ve keşişin dünya çapında yaptıkları anlatılıyor. Bir işletme gibi ama tapınak havası alıyorsunuz. Devam ederek Bredero Anıtı’na uğradık. Parkta biraz dinlendikten sonra Mariuhana Müzesini, Mimarlık Fakültesini ve tesadüf eseri bit pazarını ziyaret ettik. Gençlerin markalara büyük paralar vermediğini ve bu pazarı yoğun şekilde kullandıklarını söylemişti arkadaşım da.

Blauwbrug Köprüsü’nden geçtik. En ünlü meydanlardan biri olan Rembrandtplein’e geldik ve Rembrandt Anıtı ile Düşünen Adam heykelini ve önündeki parkı ziyaret ettik. Bu noktada turistik anlamda gezilebilecek bölgelerin sanırım büyük kısmını gezmiştik ancak Amsterdam denince akla gelen Red Light sokağına henüz gitmemiştik.

Bu sokağın etrafında gezmekle birlikte sokağın gece geç saatte canlandığını düşünerek genel bir tur daha atmaya karar verdik. Hava çok geç karardığı için gece karanlığının geç basacağını ve sokağın geç saatte canlanacağını düşündük; yanılmadık. Dolayısıyla sadece bu sokağı ziyarete geliyorsanız otelden biraz geç çıkmanız akıllıca olur. Etrafta gezdikten sonra saat 22.30-23’e kadar Red Light’ı dolaştık. 350 metre uzunluğunda, içinde çok sayıda restoranın ve kafenin olduğu, seks shop’ların ve ünlü Casa Rosso’nun bulunduğu turistik bir cadde; gerçekten abartılacak bir şey yok.

İnsanlar çocuklarıyla el ele, kültürel bir gezi gibi burada dolaşıyorlar. Elbette esrar içen ve erkek erkeğe eğlenmeye gelmiş özellikle Ortadoğulu çok sayıda insan da var fakat rahatsız edici görüntüler yok, genelde ara sokaklarda cereyan ediyor pazarlıklar cam önünde. Biz son metro saatine kadar bu bölgede zaman geçirip otelimize döndük. Sırf burada vakit geçirmek için daha yakın bir otel tercih edilebilir.

7.Gün

Kahvaltıdan sonra hazırlanıp otelden çıktık. Durağımız otelimizin 500 metre ilerisindeydi. Flixbus durakları her zaman otobüs terminallerinde olmuyor. Biljmer’de gördüğümüz gibi terminalden biraz uzaktaki bir bölgeden hareket ediyor. Bununla ilgili bir tereddütünüz varsa uygulamada otobüse bineceğiniz durağın fotoğraflarını inceleyebilirsiniz. Biz de bu şekilde bir inceleme yaparak durağımıza gidip beklemeye başladık fakat otobüs yaklaşık 30 dakika gecikmeli geldi. Maalesef otobüs yolcukların bir riski de bu. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Belçika’nın Anvers şehrine vardık.

Burada bir parantez açmam gerekiyor. Rotterdam şehrine gidebilirdik fakat Amsterdam’daki arkadaşımla daha önce yaptığımız telefon görüşmelerinde tarihî ve turistik anlamda Belçika’nın Anvers-Gent- ve Brüj şehirlerinin çok daha cazip olduğunu, Rotterdam’ın yeni bir şehir olduğunu, zira savaşta büyük oranda zarar gördüğünü, bu yüzden bizi cezbedebilecek bir özelliği olmadığını öğrenmiştim. Rotamı bu üç Belçika şehrine kırdım. Otel incelemeleri yaptığımda da şehirlerin çok büyük olmadığını, her birine bir gün ayırmamın yeterli olacağını gördüm. Her gün yeni bir otele gir-çık yapmak istemediğim için aralarındaki en büyük şehirde kalmaya karar verdim. Otel fiyatlarına baktığımda ise Anvers’in fiyat/performans olarak oldukça önde olduğunu ve şehrin Brüksel’den sonra en büyük şehir olduğunu gördüm. Daha önce kaldığımız Holiday Inn Express by IHG oteline rezervasyon yaptım. Otelle ilgili deneyimimizin iyi olması bir yana otobüs durağına 60, tren istasyonuna 400 metre. Çok doğru bir karar verdiğimi gördüm; Gent ve Brüj şehirlerine tren ya da otobüsle gitmeye karar verdik.

Burada önemli nokta ise üç şehir arasında her saat otobüs ve tren seferi var. Ancak sabah erken gidip akşam olabildiğince geç dönmek istediğinizde bilet fiyatları artabiliyor ve otobüsler öğleden sonra 4-5 gibi sona eriyor. Bu yüzden otobüsle gidip trenle dönüş formülünü kullandık. Otobüs 10 euro, trenler 18 euro. Cumartesi-Pazar günleri değişebiliyor, hatta 70 euro’lara kadar çıkıyor biletler. Tercihimizden çok memnun kaldığımızı söylemem gerek.

Otelimize gelip yerleştikten sonra hemen kendimizi sokaklara attık. Belçika tarihi boyunca savaşlara tanık olmuş, çok farklı ülkelerin egemenliği altında kalmış, şu anda Fransız-Hollanda ve kısmen Alman etkisi altında kalmış 3 parçalı bir ülke. Demografisi de böyle. NATO’nun ve pek çok uluslararası kurumun merkezi burada bulunuyor ancak bu kimlik problemi yaşamadıkları anlamına gelmiyor. Tabii ki bunu demokratik süreçler sayesinde yönetmeyi başarmışlar.

Anvers (İngilizce Antwerp), yaklaşık 500.000 nüfuslu bir şehir, Avrupa’nın elmas ve değerli taş merkezi, en büyük limanlarından. Eskiden beri bölgede yaşayan Yahudilerin etkisi büyük. Avrupa’daki ticaretin önemli bir kısmının burada döndüğünü söylemek mümkün. Belçika’nın bilindiği üzere Afrika’ya yönelik çok uzun süreli bir sömürge geçmişi de var. Değerli taş hikâyesinin bu sömürge geçmişiyle de hâliyle ilintisi bulunuyor. Şehirde dolayısıyla çok fazla siyahi görmek mümkün.

Biz otelden çıkar çıkmaz eski şehre adımımızı attık ve gezmeye başladık. İlk olarak Jezuzstrat sokağını takip ettik ve Meir caddesinde sağlı sollu alışveriş mağazalarını gördük, son derece kalabalık ve keyifli bir cadde. Devam edip şehrin en büyük meydanına ulaşmak mümkün fakat biz akşam dönüşte oraya gitmek istediğimiz için hemen güneye yöneldik ve sırasıyla Mayer van den Bergh müzesini, Plantentuin bahçesini ve Aziz George Kilisesini ziyaret ettik. Kuzey Avrupa bölgesi nehirler ve kanallar diyarı. Anvers de Schelde nehrinin üzerinde kurulu bir kent ve su üzerinde özgürce ticaret yapmak bu bölgede her zaman önemli olmuş. Schelde nehrinden geçişte alınan yüksek vergilerden dolayı insanlar zaman zaman mitolojik karakterleri hikayelere dâhil etmişler. Örneğin Brabo Çeşmesi (Brabofontein), efsanevi Romalı asker Silvius Brabo’yu anlatıyor. Efsaneye göre, bir zamanlar Scheldt Nehri boyunca bir kale inşa eden Druon Antigone adında bir dev yaşıyor,  yakındaki köprüden geçen herkesi geçiş ücreti ödemeye zorluyor. Yolcular reddedince, Antigone ellerinden birini kesip nehre atıyor. Romalı asker, deve meydan okuyup bu sefer onun elini kesiyor ve nehre atıyor; kabotaj hakkında farklı bir bakış açısı. Antwerp de Hollandaca “elle atmak” anlamına geliyor, ismi bu efsaneden geliyor. Gittiğimiz tüm şehirlerde benzer hikâyeler görmek mümkün. Yine bu şehirlerin kabotaj haklarını elde etmesini sağlayan siyasetçilerin de çok sayıda heykel ve anıtı bulunuyor. Bunlardan biri de Schielde Vrij.

Turumuza devam edelim. Buradan güneye devam edip şehir parkına uğradık, Statpark. Buradan yolu biraz uzatarak İsa’nın Saflığı isimli Ortodoks Kilisesine girdik. Yapı itibarıyla hemen göze çarpan farklı bir kilise, meğer savaştan kaçan Ukraynalıların barınma yeriymiş. Tramvay hattını takip ederek Shamray Hadas Sinagogunu ve Anvers Üniversitesi Mimarlık Fakültesini ziyaret ettik. Buradan Güzel Sanatlar Müzesine geçtik, buradaki en görkemli yapı ve etrafında güzel bir bahçe ile şık bir kafesi var.

Batıdaki Baron Lambermont heykelini, Aziz Michael Kilisesini ve en güneydeki hedefimiz olan Anvers Adalet Sarayını ziyaret ettik. Adalet sarayı güzel bir modern mimari örneği.

Şehrin güney kısmı havanın sıcak olması sebebiyle bizi yordu, aslında bu bölgeyi ziyaret etmeyi planlamıyordum, farklı internet sitelerinde bu bölgeye dair geniş bilgi yok fakat ben yürüyüş tempomuzu bildiğim için Anvers’in bize küçük geleceğini, çabuk sıkılabileceğimizi düşünerek güney sektörü de plana dâhil ettim. Yine de burası mutlaka gidilmesi gereken bir bölge değil.

İstikametimizi kuzeye çevirerek yolumuza devam ettik. Sırasıyla Waterport’u ziyaret ettikten sonra sahile indik. Sahil bölgesi rüzgarlı ve keyifli. Tuna Nehri’ni görmüş biri olarak bu nehrin genişlik olarak Tuna’ya yakın olduğunu söyleyebilirim. Yolumuza devam edip şehir merkezine doğru ilerledik. En turistik ve dikkat çekici bölge Büyük Peter anıtının bulunduğu bölüm. Burada Rus imparatorluğu bu bölgeyi işgal ettiğinde yapılmış çar heykeli bulunuyor. Altında “Banyo yapmayı, tıraş olmayı bilmeyen bir insan gelip burada medeniyet öğrendi.” yazıyor. Ayrıca biz gittiğimizde Rusya’ya nispet olsun diye müteveffa muhalif Rus siyasetçi Navalyn’in fotoğrafı konmuş ve çiçekler bırakılmıştı.

Buradan Plantin Moretus müzesinin açık kısmını ziyaret ettik ve Sint Anna Tüneli’ne indik. Burası ünlü ahşap yürüyen merdivenleri ile sizi yerin 31 metre altına götüren ve nehrin altından geçmenizi sağlayan, 1933 yılında hizmete açılmış bir tünel. Dışarısı ne kadar sıcak olursa olsun tünelin oldukça serin olduğunu söylemek lazım ayrıca tünel bir hayli uzun. İnsanlar genel olarak bisiklet kullanıyorlar, bizim gibi yaya sayısı oldukça azdı. Kanalın karşısı çok hoş bir bahçe, başka bir şey de yok. Burada turlayıp geri döndük, merdivenleri gördüğümüzden inişte asansörleri kullandık. Çok daha hızlı indik.

Yürüyüşe devam edip Anvers’in en turistik yerlerinden olan Groenplaats’ı ve tarihî Hilton otelini ziyaret ettik. Çok güzel resimler çektik. Bölgede çok fazla kafe ve dünya mutfağı örnekleri var. Oturup burada güzel bir yemek yiyebilirsiniz, biz yola devam edip kuzeydeki Meryem Ana Katedralini, Nello&Patrasche heykelini ziyaret ettik. Bu heykelin bir çocuk kitabında anlatılan çok duygusal bir hikâyesi var.

Buradan belediye sarayını ve eski lonca binalarını ziyaret ettik. Bu bölge gezinin Anvers açısından yıldızı.

Daha önce bahsetmiştim, bir şehirde yemekleri food markt’larda yemeye gayret ediyoruz. Anvers’in food markt’ı merkezin biraz dışında ve bu yorgunluğun üzerine yürüyerek gitmek bizim için zor oldu. Kuzeyde ve limanın dibinde Wolf sharing food adı. Japon ve Tayland mutfaklarından örnekler denedik, güzel biralar içtik, dinlendik ve önündeki açık alanda zaman geçirdik. Bu bölgede yat limanı ve Anvers denince akla gelen en ünlü mimari yapılardan biri var; MAS binası.

Whisper heykelini ve Loodswezen isimli eski deniz fenerine gidip güneşi burada batırdık. Sahil kenarından yürüyüşümüze devam edip Amerikan ordusu hatıra anıtını, Aziz Paul kilisesini ve kruvaziyer terminalini gördük. Anvers denince akla gelen ilk yapı Het Steen’i ziyaret ettik, resimler çektik. Akşam 6’da kapandığını not edelim, siz biraz daha erken gelebilirsiniz. Hannahuis ve Grote Markt bölgesine geri döndük. Biraz zaman geçirdikten ve kalabalık caddelerde dolaştıktan sonra otelimize döndük.

8.Gün

Kahvaltımızı yaptıktan sonra Flixbus durağından Brüj otobüsüne atladık. Yol yaklaşık bir buçuk saat sürdü ve Brüj tren istasyonuna 100 metre mesafedeki otobüs durağında indik. Tren istasyonunun içinde dükkânlar, temiz bir tuvalet ve su doldurabileceğiniz bir makine bulunuyor. Brüj, Belçika’nın kuzeyinde bulunan kılıç şeklinde, çok ünlü ve tarihî bir şehir. Nüfusu sadece 120 bin ama tarihî önemi çok büyük. Her sene yaklaşık 8 milyon turist burayı ziyaret ediyor. Orta Çağ’da ticaretin ve politikanın merkezi. 16. yüzyıldan itibaren Anvers’in önem kazanmasıyla yıldızı sönüyor.

Haritayı incelediğinizde tren istasyonundan çıkar çıkmaz eski şehir bölgesine giriş yapıyorsunuz. Burada sizi Kral 1.Albert Park’ı karşılıyor. Şehrin en akılda kalan yönü önce parka giriş yapıp sonra eski şehri gezmeye başlamanız. Park kısmı gerçekten güzel bir başlangıç. Biz de Poertorenpark’ta yürüyüş yapıp Aşk Gölü’nün etrafından dolanıp Sashuis bölgesine geldik.

Burası muhtemelen resim çekebileceğiniz en iyi noktalardan bir tanesi, hemen dibinde kale gibi gözüken su evleri var. Bu evler, kanalların su seviyesini ayarlamaya çalışan görevlilerin zamanında kaldıkları lojmanlar; içerisinde yaşam alanları ve kanalın su seviyesini ayarlamaya yarayan mekanizmalar var. Buradan kuzeye yöneldik ve Begijnhofkapel Kilisesini ziyaret ettik. Begijnhof aynı zamanda bekâr, müzmin ve toplumla ilişki kurmak istemeyen insanların konakladıkları bir bölge. Bu tip yerleri diğer Avrupa şehirlerinde de görmüştük. Kuzeye doğru devam edip Wolplein’i takip ettik. Brüj’de yürümek bu anlamda labirent gibi; hangi sokağa girerseniz tarihî bir yapı veya önemli bir eserle karşılaşabiliyorsunuz. Öğle saatlerinde sokaklar oldukça kalabalık hale geldi. Özellikle turist kafileleri ve gezi grupları ilerlemeyi zorlaştırıyordu.

Aziz John Hastanesine geldik. 12. yüzyılda kurulmuş bu hastanenin içerisinde bir avlu var ve avluda savaşlar zamanında kullanılmış binalar bulunuyor. Muhtemelen yaşanmış kötü olaylar nedeniyle bu makineyi de avluya bırakmışlar.

Binalara giriş günün belli saatlerinde mümkün. Kuzeye devam edip her yandan görünebilen Meryem Ana (Bizim Leydi) Kilisesini, Boniface Köprüsünü, Mahşerin 4 Atlısı heykellerini ve Viewpoint De Dijver noktasını, De Dijver parkını ziyaret ettik. Buradan Kutsal Kan Bazilikasını, Rosary Quay’yı, De Burg binasını ve yürüyüşle Brüj Çan Kulesi’ni, Grote Markt’ı gördük. Bu etkileyici meydanda yine eski pazarın kurulduğu bölge, belediye sarayı bulunuyor. Oldukça keyifli ve geniş bir meydan. Hava sıcaklığı arttığından ve biz planladığımız tüm yerleri gezdiğimizden aklımızda kalıp daha çok zaman geçirmek istediğimiz yerlere gitmeye karar verdik.

Brüj denince akla öncelikle dantel işlemeleri ve Belçika çikolatası ile biraları geliyor. 11 yıl önce Belçika’ya geldiğimde 324 çeşit biraları olduğunu ve fabrikalardan işletmelere borularla bira basıldığını öğrenmiştim. Aynı uygulama küçük semtlere kadar yaygınlaşmış. İlk olarak çikolata alabileceğimiz The Chocolate Lane isimli mağazaya girdik.

Mağaza dar, havalandırması iyi ve çeşit olarak bizi tatmin etti. İçeride çikolatanın yapma aşamalarına dair görseller ve bilgilendirici tabelalar mevcut. Eşimle karışık çikolata tabağı aldık. Fiyat normalin bir tık üzerinde. Ama gerçekten kaliteli ürünler var.

Öğleden sonra saat iki buçuk gibi daha önce gelmeyi planladığımız 2be (To be) isimli bara girdik. Burası Brüj’deki en güzel manzaralardan birine ev sahipliği yapıyor. Fakat hava sıcak ve güneşli olduğu için biz içerideki bir masayı tercih ettik, neredeyse tüm masalar da doluydu. Hafif, orta ve ağır olmak üzere 3 bira tadım menüsü var. Vişneli ve Hindistan cevizli özellikle denenmeli. Fiyatların makul fiyatlı ve ortamın enerjisinin yüksek olduğunu söylemem gerek. Burada 8 çeşit bira denedik, dinlendik ve kalktık.

Üçüncü olarak Frit bar isimli hamburgerciye gittik. Burası da Türklerin videolarında çok övülen yerlerden biriydi; fish and cips aldık. Denediğimiz hiçbir şeyden özel ve ayırt edici bir tat almamakla birlikte karnımızı doyurduk. Çıkışta hemen karşıdaki zincir waffle’cı Albert’e uğradık ve ünlü Belçika waffle’larından yedik.

Katelijnestraat’ı takip ederek güneye ilerledik. Çıkarken girmediğimiz sanırım tüm sokakları gezdik. Yine Aşk Gölü etrafında, sabah kalabalıktan fotoğraf çekilemediğimiz yerlerde rahatça fotoğraf çekildik zira akşamüzeri neredeyse tüm sokaklar boşaldı.

Bunu turların alanı terk etmesine yorduk. Park etrafında dinlendirici ve güzel birkaç saat geçirdik. Bargeplein parkında nehir kenarında oturup dinlendik ve akşam tren istasyonundan bir buçuk saat yolculukla gece yarısı otelimize döndük.

9.Gün

Ertesi sabah istikamet Gent’ti. Yine Flixbus durağına gidip aracımıza bindik ve bir saat sürecek yolculuğa başladık. Ancak hava sıcaklığı bir önceki güne 7-8 derece artmıştı, aracın kliması çalışmıyordu, dahası yol yapım çalışması sebebiyle yolculuk 2 saat sürdü.

Hâliyle yorgun ve bitkin olarak indik otobüsten. Eski şehrin girişine kadar yaptığımız kısa yürüyüşte dahi sıcaktan etrafta pek az kişi gördük. İn cin top oynuyordu. Gent bölgesinin ilk yerleşim izleri Romalılara kadar uzanıyor. Romalılar, bugünkü Belçika topraklarını M.Ö. 1. yüzyılda işgal ettiklerinde bu bölgeyi “Ganda” adıyla adlandırmışlar. Flamanca “iki nehrin birleştiği yer” anlamına geliyor. Şehrin içinden geçen Lys ve Scheldt nehirlerinin birleşiminde yer alması sebebiyle bu ismi almış. Gent demek yün demek. İngiltere’den gelen yün burada işlenip tüm Avrupa’ya satılmış yüzyıllar boyunca. Hatta zaman zaman Gent asilleri İngilizleri arkalarına alıp Fransız, Hollanda ve İspanyollara kafa tutmuş, ünlü Gavere savaşları vuku bulmuş. Ne zaman İngilizler çekilmiş, hâkimiyet bu devletlere geçmiş. Şu an Gent, kültür ve turizm merkezi konumunda.

Avrupa’daki bu dokuz günümüz hava açısından inanılmaz iyiydi; hafif çiseleme dışında yağmur yemedik, hiç ıslanmadık ve terlemedik bile. Ancak bugün başlayan sıcak hava dalgası kıtayı terk edene kadar peşimizi bırakmadı. Gent’te gün boyu en ufak fırsatta klimalı bir işletmeye girdik, bir marketten su ve soğuk içecekler aldık ya da bir şeyler atıştırıp mola verdik mecburen.

Steendam sokağından eski şehre giriş yaptık ve karşımıza az ileride Aziz Jacobs Kilisesi çıktı. Buradan güneye kıvrılıp şehir merkezine giriş yaptık. Bu arada saat 1’e geliyordu ancak çoğu işletme kapalıydı ve sokaklar boş sayılırdı. Buradan belediye sarayına, stadshal’a, çan kulesine ve Geknielden–Georges çeşmesine ilerledik.

Şehrin en merkezi noktası burası. Cataloinestratt caddesini takip ederek Aziz Nikolas Kilisesini ve Küçük Türkiye sokağını gezdik. Bu sokak Anadolu’ya gelen Haçlıların tuvaletlerini pencereden dışarı değil de daha uzakta bir yere atmaları sonucu yaygınlaşmış bir geleneğin çıkış noktası. Adını da bizden almış haliyle ama başka bir yapı, bina yok.

Buradan ünlü Korenmarkt caddesine döndük. Çok sayıda kafe ve restoranın olduğu, tarihî bir pazar yeri. Buradan Aziz Michael Köprüsü’nden geçip aynı isimli kiliseyi, Korenlei ve Graslei’yi bölgesini ziyaret ettik. Kleine Vismarkt bölgesine gittik ancak binanın büyük bir tadilatta olduğunu gördük. Buradan şehrin en gösterişli ve ünlü yeri olan Gravensteen Kalesi’ni ziyaret ettik. Giriş 13 euro. Zamanının gösterişli kalesi şu an silah müzesi olarak hizmet veriyor. Hızımızı alamadık ve çok sıcak bir havada Patershol’a kadar devam ettik. Bu bölge uzak ve size tavsiye etmiyorum. Ottogracht sokağını, sonra da bir kanalı takip ederek şehir merkezine geri döndük.

Görülecek yerleri büyük oranda bitirip akşama doğru Jan Frans Willems Anıtını ve Maaseikplein parkını ziyaret ettik. Gent’te otobüs durağı ile tren istasyonu farklı noktalarda olduğundan doğudan girdiğimiz şehre güneyden veda edecektik, bu yüzden rotayı güneye kırdık. Kanal boyunca ilerleyip Woodrow Wilsonplein’i ziyaret ettik. İlk defa bir ABD başkanı Belçika’yı ziyaret etmiş ve Başkan Wilson’ın adını bu merkeze vermişler. İçeride Gent South isimli Gent’in en büyük avm’si ve belediyeye ait ofisler var, hemen karşıda da yine bir başka avm bulunuyor. Güneye indikçe insan kalitesinin düştüğünü ve etrafta nara atan sarhoşların gezdiğini gördük. Hemen karşıda Gent Üniversitesinin pek bir özelliği olmayan binasını ve De Krook isimli harika kütüphane binasını gördük.

Kütüphanenin içine girip tüm katlarını gezdik. Türk edebiyatı bölümünde Orhan Kemal, Elif Şafak, Orhan Pamuk gibi yurt dışında hep gördüğümüz isimlerin eserleri vardı. En üst katta çıt çıkmıyordu, biz çıkıp sessizce güzel manzara fotoğrafları çektik. İçeride bir de kafe bulunuyor.

Muinkkaai sokağını takip ederek uzun bir yürüyüşten sonra Aziz Peter Meydanındaki Aziz Peter Kilisesine geldik ancak kapalı olduğundan ziyaret edemedik. Barok mimari örneği bu kilise, 1799’da Fransızların yıktığı Meryem Ana (Our Lady) Kilisesinin yerine yapılmış. Çok büyük ve görkemli. Hemen yanındaki ek bina sergi ve gösteri merkezi olarak kullanılıyor.

Koca meydanda tek tük insanlar vardı. Buradan tren istasyonunu hedef alarak yol üzerindeki önemli yapıları görmeye çalışarak yol aldık. Provinciehuis Oost-Vlaanderen isimli tarihî belediye binası bunlardan biri. Hemen karşısındaki Citadel Park’ta dolaşarak ve kafa dinleyerek vakit geçirdik. Buradan kısa bir yürüyüşle tren istasyonuna vardık.

Gent tipik bir Orta Çağ kenti ancak küçük ve bizim hızımızda insanlar için bir gün çok gelebilir. Şehre yorgun inmemiz ve havanın sıcak olması bizi etkileyen önemli faktörler oldu. Belki gün batımından sonra sokaklar dolar, insanlar eğlenmeye çıkar diye düşündük ama güneş 10’da batıyor ve hava kararması 11’i buluyor. Biz o saatleri bekleyemezdik. Tren istasyonunun etrafında zaman geçirmek için dolaştık ama hem çoğu işletme kapalıydı, açıkların da bir kısmı 9’da  kapandı. Açık birkaç tekel bayii dışında az sayıda bar kalmıştı.

Tren istasyonunun içi de oldukça küçük ve havalandırma olmayınca can sıkıcı bir saat boyunca burada beklemek zorunda kaldık. Havalandırmalı Starbucks bile 9’da kapandı. Neyse ki kendimize bir eğlence bulmamız uzun sürmedi. İstasyonun ortasına dev bir Coca Cola makinesi koymuşlar. Herhangi bir mail adresi giriyorsunuz ve bedava bir şişe buz gibi kola kazanıyorsunuz. İlk önce kimsenin dikkatini çekmeyen makine birkaç kişinin önünde sıraya geçmesi ile dikkatimizi çekti. Üzerinde bir şeyler yazıyor ama Felemenkçe. Biz de sıraya geçip birer şişe aldık.

Tekrar sıraya girip mail adresini yazamayan, yanlış yazan, dil bilmeyen herkese yardım ettik. Sıra iyice uzadı. Diğer makinelerden ücretli su ya da kola almak isteyenlere bağırıp makineye yönlendirdik. Dışarıda saat 10’a gelirken bile güneşin etkisi ile hava hiç serinlemedi. İstasyonun önündeki parkta kokulardan anladığımız kadarıyla esrar kullanan Afrikalılar toplanmaya başlamıştı; gece tekin bir yer olmadığını anladık. Bilet kontrolü yapılan ve bileti olmayanlara da bilet kesilen, ceza kesmediler, bir yolculuktan sonra otelimize döndük.

10. Gün

Alışveriş günü. Sabah iyi bir kahvaltıdan sonra 3 günlük evimize veda ettik ve iki saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Roermond’a vardık. Burası nereden çıktı diyenler için Avrupa’daki en ucuz outlet zincirlerinden olan Designer Outlet’in en meşhur şubelerinden biri burada. Evet, sırf alışveriş yapmaya buraya geldik.

Hemen ulaşımı anlatayım. Çok küçük bir kasaba olduğundan büyük şehirlerden direkt sefer yok, Omio’dan gördüğüm kadarıyla en yakın büyükşehirden 2 saat içinde 4 aktarma yapmanız gerekiyor. Aynısı dönüş için de geçerli. Bu yüzden Anvers’ten kalkan erken saatli tek otobüsü seçtik.

Gitmeden iyi araştırma yaptık ve avm’nin bütün günümüzü alacağını düşünüp burada bir otel seçtik. Hotel De Pauw’u tuttuk. Zincir otel olmayınca sürprizlere hazır olmak lazım. Eski bir bina otele dönüştürülmüş ve odalarda bu sıcakta klima yokmuş. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan ben bu konuda hata yapmıştım. Bedelini kötü bir akşam uykusu ve öğleden sonra ile ödedik. Küçük bir yer olduğu için avm’ye yakın pek alternatifiniz de yok.

Sabah 10 gibi valizlerimizi otele bırakıp doğruca avm’ye girdik. Öncelikle açık hava konseptli bir avm. Sokaklarında yürüyerek geziyorsunuz ve her yer mağaza. Prada, Valentino, Chloe, Burberry gibi lüks markalar olduğu gibi ülkemizde çok sevilen Columbia, Asics, Sketchers, Birkenstock gibi spor markalar da var. Adidas’ın müstakil dev bir mağazası var.

Bizim ne zamandır alalım dediğimiz On Cloud ve Hoka marka ayakkabı satan bir yer bulamadık. Neler alacağınızı ve ne kadar bütçe ayıracağınızı belirlemeden giderseniz ne istediğiniz mağazaları gezebilir ne de bir şey alabilirsiniz. Salı günü sabah saatlerinde tenha olan outlet, öğleden sonraya doğru biraz yoğunlaştı. Birkenstock gibi mağazalarda oturacak yer bile yok. Burada mont, kazak fiyat etiketi paylaşmayacağım ama şöyle bir fikir verebilirim: Fiyatların bir kısmı uygun, bir kısmı ülkemizle aynı, bir kısmı pahalı. Dolayısıyla 1- Ne alacağınızı belirleyip benzeri denk gelirse alırım diye bir plan yapabilirsiniz. Zira outlet ve her modelin her bedeni ve her rengi olmuyor. Bunu çok yaşadık. 2- Ben net bir şey istemiyorum uygun bir şey bulursam alırım diye giderseniz bir şeyler alma şansınız daha yüksek. Örneğin Asics’de birkaç model ayakkabı 28 euro’ya, bazıları ise 44 euro’ya kadar düşmüştü. 1000 liraya ülkemize terlik yok. Salomon’da 60 euroya güzel trekking ayakkabıları vardı.

Eşim marka giymeyi sever, Polo Ralph Lauren mağazasına girip kazakları görünce 5-6 parça aldı. Kabine kaç parça kıyafetle girerseniz parça sayısının yazdığı bir kart veriyor ve çıkarken sayarak geri alıyorlar. Outlet olduğu için her markanın her modeli de yok. Örneğin 2 kazağın bedenini bulamadık, 1 kazağın rengi yoktu gibi gibi. Ama üzerine olan bir şeyler aldık ve Türkiye fiyatlarının 3’te biri olduğunu gördük. Ancak kim kendine 7-8 bin TL’ye kazak alıyor ki, bizim ülkemizde 20 bin olsa ne olur.

Bir de bu pahalılık konusuna değineyim. Ülkemize malum sebeplerden her şey zaten çok pahalı. Antalya’da mesela deniz kenarında yiyeceğiniz bir yemekle, alkolsüz bile olsa, Avrupa’da turistik bir yerde yediğiniz yemek arasında fark yok, bazen Avrupa daha ucuz. Hâliyle ayakkabı ve giyim malzemesi fiyatları da uçuk. Türkiye’ye bakıp bizim ülkemize göre çok ucuz demek de çok rasyonel değil zira karşılaştırma yaptığınız ülke uçuk fiyatlarla boğuşuyor. Her Türk gibi Columbia mağazasına girdik. İçeride bizden başka milletten sanırım kimse yok. Bu marka ile ilgili görüşlerimi Berlin gezimde yazdığımdan tekrar etmeyeceğim ama montların 100 euro, en kalınların ise 140-160 euro olduğunu belirteyim. Ayakkabılar 80-130 arası değişiyordu. Yurt dışında yaşayan arkadaşlar 3-5 euro’ya tişörtler var, pijamalarımızı bile buradan alır olduk diyorlardı. Böyle bir şey görmedim. En ucuz tişörtlerin 20 euro olduğunu söyleyeyim; daha ucuza hiçbir şey yok.

Şuna geleceğim. 100-150 euro montlar bizim ülkemizdeki fiyatlara göre bedava. Şu an en ucuz mont olmuş 20-22 bin TL. Kolsuz falan baksanız 13-15. Dolayısıyla illa bu markalardan alacağım diyen birinin sırf mont almak için bile buralara gelmesi hem daha kârlı hem de gezmiş olursunuz. Ancak şunu kaçırmayın. 100-150 euro’lar Avrupa’da çok lüks olmayan kaliteli pek çok markadan rahatlıkla mont alabileceğiniz rakamlar. 80-120 euro aralığında bir sürü indirimli ve üst düzey ayakkabı alabilirsiniz. Kısaca ülkemize kıyasla evet ama Avrupa’daki fiyatlara göre o kadar ucuz değiller; seçenek çok. Yine de şehir merkezlerindeki perakende satış yapan mağazalara göre bu outlet’in %30 oranında ucuz olduğunu söylemeliyim.

Tax Refund Meselesi

Outlet’in birden çok girişi var. Otopark tarafından girerseniz müşteri hizmetleri binası var.

Buraya girip birkaç yerde kullanabileceğiniz ilk sefere mahsus %10’luk indirim kuponlarını alın ve outlet haritasını inceleyin zira kaybolabilirsiniz. Bizim alışveriş yaptığımız markalar lüks kategori olduğundan indirimler işe yaramadı. Ancak orta segment tüm markalarda etiket fiyatları üzerinden indirimler olduğunu not edelim.

Her ölümlü gibi biz de tax refund olayına girdik. Alışveriş yaptık, kasada tax refund yapacağımızı söyledik. Bir form doldurup bize verdiler, yanına da fişi eklediler. Bunlarla birlikte müşteri hizmetleri binasına gittik. Burada bir kadın bizi tax refund makinesinin önüne götürdü. Siz hiçbir şey yapmıyorsunuz, kredi kartınızı ve pasaportunuzu kadına verin; o her şeyi yapıyor. Bir dakika sonra havaalanına gittiğinizde doldurup bir zarfa koyduğu zarfı posta kutusuna atın, bu kadar deyip bizi yolcu etti. Kalanına havaalanında devam ederiz.

Outlet’te açık kısımda birkaç ayaküstü, 3 tane de bina içerisinde restoran var. Biz açık büfe bir yere geçip bir şeyler yedik. Akşam 7’ye doğru outlet’ten çıktık. Neredeyse 9 saat. Otelimize yürüyüp odaya girdik. Yüksek ve dar merdivenler, klimasız ve güneye bakan, içerisi 40 derece bir oda. Hiç durmadan dışarı çıktık, ancak ufacık Roermond da farklı değildi. Hem sıcak hem de tenhaydı.

Outlet’ten hiç çıkmasaydık diye bile düşündük. Bu küçük kasabada biraz turlayıp odamıza dönüp uyumaya çalıştık.

11.Gün

Hollanda-Almanya sınırına geldikten sonra genel olarak en uygun fiyatlı dönüş biletleri Almanya istikametinde. Özellikle Antalya merkezli Corendon Havayolları cazip ve günde 4-5 sefer yapıyor Türkiye’deki farklı şehirlere. Uçuşları incelediğimde Balıkesir-Edremit’e, Gaziantep’e, Antalya’nın Gazipaşa havaalanına dahi çok sayıda direkt uçuş düzenlediklerini gördüm. Akşam kalkışlı ve uygun fiyatlı olduğu için bu sefer Corendon Havayolları’nı tercih ettik.

Sabah otelimizden iyi bir kahvaltı yapıp çıktıktan ve 2 saatlik yolculuktan sonra Düsseldorf’a vardık. Düsseldorf turistik şehirler arasında üst sıralarda değil, genelde fuar ve toplantıların düzenlendiği bir yer. Ancak buraya kadar gelmişken şehri görmek adına gezmek istedik. 2 saatlik bir yolculuktan sonra 10 gibi şehre vardık. Normale Flixbus otobüslerine hep 10 gibi bindik ancak Roermond kalkışlı otobüsler 7.40’ta hareket ediyor, aksi takdirde 4 aktarmalı trene de binebilirsiniz. Otobüs durağımız tren istasyonunun 500 metre yanında. Doğrudan havaalanına hatlar var; S7-S11 gibi ve 3,60 euro biletler. Valizlerimizi tren istasyonundaki kilitli kasalara bıraktık; günlük ücreti 7 euro. Son derece sıcak ve nemli bir havada geziye başladık. Maalesef son 2 gündür devam eden sıcak hava ve tenha sokaklar burada da peşimizi bırakmadı. Enerjimiz yüksek olmakla birlikte bizim için yorucu bir gün başlıyordu. Bazı billboard’larda sıcak hava nedeniyle dışarı çıkmayın uyarıları dahi gördük.

Düsseldorf 13. yüzyılda büyümeye başlamış, Essen, Köln gibi Türklerin çok yoğun olduğu şehirlere yakın bölgede. Memlekete havayolu ile gidecekler bu havaalanını kullandığından yoğun şekilde Türk görebilirsiniz. Almanya’nın en büyük altıncı şehri, 700 bin nüfuslu. Turumuza İmmermanstrase’den başladık ve batıya doğru ilerledik. Burası şehrin en ünlü caddelerinden.

Buradan Berliner Allee kavşağına kadar ilerleyip güneye döndük. Modern ofis ve binalarla çevrili bu alan. Buradan Grünstase’ye saptık ve şehrin merkezinde nefes alabileceğiniz Königsallee’de dinlendik. Düsseldorf ölçeğinde büyük sayılabilecek ve büyük caddelerin ortasındaki bu park oldukça güzel. Bu caddenin kuzeye giden kısmı ünlü markaların mağazalarının bulunduğu bir bölge. Hemen ileride Satürn ve Galeria avm’ler var. Buradan karşıya geçip Neckereibrunnen’i, Görres-Gymnasium’u ve en görkemli binalardan Stahlhof’u ziyaret ettik. Buradan Carlstadt’a geçtik; sıcak olmasına rağmen açık hava pazarında pek çok yer açıktı ancak kalabalık vardı diyemem.

Buradan kuzeye yöneldik ve Markstrase’yi takip ederek Markplatz’a geldik. Markstrase ve hemen güneyindeki Berger sokakları boyuna açık hava yemek yerleri var. Güzel tatlılar ve kahvaltılıklar da bulunuyor. Biz de burada bir mola verdik. Sağlı sollu dünya mutfaklarından örnekler bulunan bu cadde sıcak havaya rağmen güneş altından oturanlarla doluydu. Rathaus da yine bu bölgede ve hemen arkasından Ren Nehri geçiyor, şehirde Ren’in hemen doğusuna kurulmuş.

Buradan nehir kenarındaki Pegeluhr’a ilerledik. Pegeluhr, nehrin su seviyesini gösteren bir ölçüm aracı imiş, şimdilerde tarihî bir saat zannedilerek önünde fotoğraf çekiliyor, turistik bir değeri ve görselliği olmamakla birlikte güneş batarken ya da serin bir havada güzel bir yürüyüş yapılabilecek bir yer. Kuzeye doğru Schifffahrt Müzesi’ne, Stadterhebungs Anıtı’na ilerledik. Müze gemi imalatına ve denizcilik tarihine adanmış, silindir yapıda ve yüksek bir bina, anıt ise Düsseldorf bağımsızlığını resmeden bir rölyef. Buradan Aziz Lumbertus Kilisesine ve Aziz Joseph Kilisesine geçtik; bu bölge eski şehir olarak geçiyor ancak diğer alstadt’lara göre oldukça sönük olduğunu not edelim. Doğuya yönelip Rattinger Sokağı boyunca ilerledik. Burada haritalarda işaretli olmayan başka tarihî yapıları da ziyaret ettik. Ziyaret edilecek yer sayısı kısıtlı olunca sineğin yağını çıkarmaya çalıştık, sıcak havadan daha a etkilenmek için sık sık molalar verip soğuk bir şeyler içip bir şeyler atıştırdık.

Buradan Ratinger Tor’a kadar yürüdük. Şehrin en büyük parklarından Hofgarten’ın kıyısında bulunan bu yapı, Berlin yazımda anlattığım ünlü Prusyalı mimar Schinkel’in öğrencisi Adolph von Vagedes tarafından yapılmış ve gümrük kapısı olarak bir dönem hizmet vermiş. Yola devam edip Göthe Müzesi’ne kadar gittik ancak ne açıktı ne de içerinden bir canlılık emaresi alıyorduk. Buradan güneye St. Mariä Kilisesi’ne geçtik.

Gitmeyi planladığımız her yere gitmiştik ve saat henüz 2’yi geçiyordu. Outlet’e gidip bulamadığımız markaların Hoka ve On Cloud (OC) olduğunu söylemiştim. Kilisenin hemen kuzeyinde ünlü Schadowstrase bulunuyor. Bir de burada bir araştırma yapalım diyerek buraya girdik. Her nedense birkaç avm’nin ve büyük marketlerin klima sistemleri dahi arızalanmıştı; çoğu mağaza dev vantilatörlerle serinlemeye çalışıyordu. Foodlocker, Primark, TK Maxx Almanya’da çok sık rastlayabileceğiniz mağazalar. Önce bunlara, son olarak da fiyat kıyaslaması yapa yapa JD’ye geldik. İstediğimiz markalar burada vardı ancak bilinen ve ünlü markalar olduklarından kayda değer bir indirim yoktu. Yine de eşimin Berlin’den beri istediği OC marka ayakkabıları bulunca almaya karar verdik. Vergi iadesi alacağımız için yine bir form doldurduk ve faturaya iliştirdiler.

Turumuza Little Tokyo sokağını gezerek devam ettik ve metro istasyonuna geldik. Pek çok Uzak Doğu restoranı ve marketi olması yanı sıra bu caddede gözümüze çarpan bir şey göremedik. Oysa gelmeden çok övülmüştü; havaya yoruyorum. Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra havaalanına vardık.

Tax Refund Gerçekleşiyor

Youtube’da, bloglarda tax free işlemini ne düzgün bir Türkçe ile ne de araya boşluklar bırakmadan anlatabilen kimseye rastladım; oysa o kadar video izleyip yazı okuduk ki. Buna rağmen mecburen gidince öğreniriz dedik kendi kendimize. Nitekim de öyle oldu zira her şehrin ve havaalanının farklı uygulaması olduğu fikri oluştu bende. Başlayalım.

Check-in işlemleriniz uçak kalkış saatinden yaklaşık iki saat önce başlıyor. Tax free kapsamında aldığınız ayakkabı, mont artık ne varsa bunu kabin bagajı mı yapacaksınız, uçak altına mı vereceksiniz? İlk soru bu zira farklı muameleler var. Biz kolay olanı seçip kabin bagajına koyduk hepsini. Uçak altı valizlerimizi check-in esnasında verdik, uçuş kartımızı aldık. Tax refund deyince bize “B-32 kapısına gidin.” dediler. Sizin uçuş kapınız hangi terminalde nerede olursa olsun, B-32 kapısına gitmeniz gerekiyor, yönlendirmeler var.

B-32’nin hemen 10 metre solunda Customs/Gümrük ofisi var. Görevliler kapıya Türkçe ve birkaç dilde uyarı asmışlar: İşlemler için uçuşunuzdan 30 dk. önce bizi arayın, daha önce değil. Hemen yan tarafta bir de dahili telefon var. Check-in’den sonra zamanımız olduğunu görünce bir restorana oturup güzel bir yemek yedik. Sonra da ağır ağır B-32’ye yürüdük. Vardığımızda etrafta 5-6 Türk daha gördük. Şansımıza gümrük odasının kapısı da açıktı. Kurallara riayet alışkanlığımız olduğundan beklemeye başladık, ancak birkaç kişinin, tabii ki Türk’ün, kapıyı zorladığını görünce bi’ bakalım dedik. Bizi görünce içeriye davet ettiler ve işleme başladılar.

Öncelikle biz iki farklı ve iki tür tax refund işlemi yapacaktık. Önce outlet’ten, sonra da şehir merkezinden alışveriş yapmıştık hatırlarsanız. Outlet’teki bayan kredi kartımızı ve pasaportumuzu alıp bu faturayı gümrüğe damgalatın ve havaalanındaki posta kutusuna atın, yeter demişti. Hatta “stamp and post” diye ezberletmişti. Bu işlemleri de Global Blue isimli bir aracı kurum vasıtası ile yapmıştık. Havaalanında aldıklarımızı göstermeye çalıştık ama memur gerek olmadığını söyledi ve damgayı vurdu. Bazen her şeyi tek tek görmek istiyorlarmış. Kutusundan çıkarıp giydiği ayakkabısı bir arkadaşımın sorun yaşamasına sebep oldu mesela.

Onayladığı bu faturaları kendi ülkemizden Global Blue merkez binasına postalamamız gerektiğini söyledi. Buralarda bir yerlerde posta kutusu olup olmadığını sorduğumda kendi ülkemizden postalamamız gerektiğini tekrarladı. Oysa outlet’teki görevli bize havaalanındaki posta kutusuna atın demişti. Damgalar vuruldu ve ödeme adımına geçtik.

Gümrük odasının 10 metre önünde Global Blue standı var. Buraya iki ayrı faturayı gösterdik, kendisi aldıklarımızı incelemedi. Zayıf bir Polonya Yahudisi’ydi. Varşovalı olup olmadığını sordum, bozuk bir İngilizce ile bir şeyler söyledi. Outlet’te aldıklarımızın ödeme işlemlerinin halledildiğini, onunla ilgili işlem yapmayacağını, ülkemize dönünce faturayı postalamam gerektiğini, sadece şehir merkezinde yaptığımız alışverişin iadesini verebileceğini söyledi. Önünde son derece kötü kur oranlarının bulunduğu tablodan bir para birimi seçmemi söyledi. 

Euro gördüğünüz gibi yok. En iyi ihtimal dolar, onun da al-sat oranları oldukça kötü, inanılmaz bir vurgun düzeni kurmuşlar. 170 euro’nun güya %10 iadesi için 11,65 dolar aldık. Karta da iade etmediler, elimize saydılar. Çıkarken “Gerçekten Yahudi’sin, şaka gibisin.” diyerek ayrıldım. Alışveriş yapacaklar için güncel durum: İade oranı %5,88.

Uçağımız yaklaşık bir saat rötar yedi, rötar yediğini 35. dakikada duyurdular, başka bir açıklama da yapılmadı. Bu arada yağış başladı ve birkaç Türkiye uçuşu da ertelendi. Evet, nedense diğer uçuşlar ertelenmedi. Yağmurun dinmesi ile, ne de olsa yaz yağmuru, yolcuları uçaklara davet etmeye başladılar. Bu çağrıları duyunca çoluk çocuk, sırtlarına aldıkları ve uçak altına vermedikleri dev çantaları ile sucuk gibi terlemiş vaziyette havaalanında koşturan ve “Ayten, koş, koş, geç kalacağız.” diye çığıran milletin adı nedir? Bizden başka koşturan, bağıran başka bir tane insan olmaz mı?

Az sonra uçağa çağrıldık. Kabin ekibi daha biz sormadan “Biz normalde Mavi Gök Havayollarıyız, Corendon’da sorun çıkmış, bizi çağırdılar, apar topar geldik.” dedi uçağa binerken. Küçük havayollarında bu tür sefer birleştirmeler yapılıyormuş. Gece vakti Antalya’ya indik. Pasaport kontrol sırasında beklerken Bir ülkeye gideceğimiz zaman kişisel mesafeye, kurallara, polisin ağzından çıkan her kelimeye nasıl dikkat kesiliyoruz. Burada diğer ülke vatandaşları nasıl laubali davranıyor diye düşündüm. Dahası TC vatandaşlarına bir kuyruk ayrılmışken diğer ülke vatandaşlarına sekiz kuyruk ayrılmıştı.

Sonuç

İsveç-Norveç diye başlayan tur Kuzey Avrupa turuna döndü, biletleri düşünüp Almanya’nın ortasını dâhil ettik. Ortaya en uzun yurt dışı tatilimiz çıktı. İlk 10 gün hava harika iken son 2 gün gerçekten çok sıcaktı, hem gezi tempomuzu hem de şehirlerden aldığımız zevki düşürdü, neyse ki düşük profilli şehirler kalmıştı en sona.

Kopenhag, Hamburg ve Amsterdam beklendiği gibi gezinin yıldızlarıydı ancak Bremen ve özellikle Brüj bizi mest etti. Kesinlikle görülmesi gereken yerler.

Tax refund konusunu da birinci elden deneyimlemiş olduk, bir efsanenin daha gerçek yüzünü gördük.

Zincir otellerden şaşmayacağız, bunu bir kez daha görmüş olduk.

Bu sıcak mevsimde kuzeyden başka bir yere gitmek mantıklı değil, teyit ettik.

Kuzey, Avupa’ya göre daha pahalı, kesinlikle doğru.

Ve en önemlisi bir yeri gidip görmek kadar, orayı yaşamak insanların alışkanlıklarına, yaşam biçimlerine, yaptıklarına dair fikir edinmekte çok önemli. Zaten bu kadar gezmemizin en önemli amaçlarından biri de bu. Yaşamak dediğimiz şey, bizim bildiğimiz yaşamaktan oldukça farklı. Daha farklı, daha mutlu, daha rahat, stressiz, kavgasız, dövüşsüz hayatlar, ülkeler, şehirler var. Bunlara ulaşmak kolay. Bazen bir uçakla biraz para harcayıp bu mutluluğa geçici de olsa kavuşabilirsiniz. Zor olan ise eğitimle, kültürle, bilimle bu aşamaya gelmek. En büyük temennimiz de bu. Ülkemizin önce her bireyin, her insanımızın huzurla ve mutlu şekilde yaşayacağı, muasır bir ülke olması temennisiyle.

9 şehir, 9000 kilometre, 12 gün ve ortalama 25 bin adım. 9 bin kelimelik bir yazı.

Bir gezi daha mazide kaldı.

Bir başka rotada görüşmek üzere.

YORUMLAR YAZ